Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket
   
 
  konya bagları

ŞU KONYA’NIN BAĞLARI
Prof.Dr.Saim SAKAOĞLU

Konya denilince akla Meram, Meram denilince akla bağları gelir. Artık ne eski Meram kaldı, ne de o güzelim Meram bağları…. Burhan Cahit Yalçın’ın 1949’da yayımladığı, şiirlerle nesirlerin bir arada yer aldığı ÇEŞME adlı kitapta bile Meram’ın gözü yaşlı hali dile getirilir. “Sabır otları kayaları parçaladı” cümlesi ile başlayan “Meram’a Mektup” adlı nesirde bir tükenişin, bir yok oluşun Fatiha’ları okunur gibidir:
“Çalınmadık nen kaldı ki Meram. Yetimlere döndün Meram”
Bugün Meram, eski sessizliğini kaybetmiş, Mehmet Akif’in canavarıyla boğuşmaktadır. Çocukluğumdaki Meram yok artık. O, kerpiç duvarlı, kabış çelenli, toprak damlı evlerin yerinde yeller esiyor. Yepyeni bir Meram ortaya çıkıyor, amma bağları yok artık. Meram’lı da meyveyi manavdan alıyor.
Ya Konya’nın diğer bağları? Konya’nın dört bir yani bağlık bahçelik değildi, olamazdı da. Susuzluğa mahkum edilmiş kuzeyi ile doğusunda bir batının, bir güneyin yeşilliğini bulamazsınız.
Dereköy üzerinden Meram’a, oradan da birkaç kol halinde şehrin yeşil yönlerine hayat taşıyan ırmaklar adeta Konya’yı ikiye bölüp güzelliklere “Merhaba” derlerdi. Ne zaman açıldığı bilinmeyen ırmakların kıyılarını yalaya yalaya yol alan sular gittikçe azalarak bir yerlere kadar ulaşır, sonra da kaybolup giderdi. Kimin bağında son bulurdu, hangi ağaca ulaşamadan kaybolurdu, kimseler bilemezdi.
Lâlebahçe’sinden Kovanağzı’na, Küçükaymanas’tan Büyükaymanas’a, Çaybaşı’ndan Uluırmak’a aylarca su akardı. Yüzlerce köprü ile süslenen bu ırmaklar suların taşıdığı topraklarla adeta biraz yükselir gibi olurlardı. İlkbaharda coşan sular ırmaklara sığmaz, sanki köprüleri yutuverirdi. Nice çocuk bu suların azgınlığına kurban edilmiştir.
Bu bağlara hangi ölçülere göre su verilirdi? Kim uğraşırdı bu işlerle ? Bilmem bilir misiniz; hiç duydunuz mu “Havala” kelimesini ? Biz Çaybaşı’lılar, Paşalı’lı köprülülerin komşuları sık sık işitirdik:
“Havala geliyor !..”
“İyi bakın, havala geliyor mu ?”
Çocukluğumun ilkbaharları hep “Havala”yla dolu geçti. Bize göre o, suların bahçelere dağılımını düzenleyen kişi idi. Bir nevi su dağıtım memuru idi. Aradan yıllar geçti; edebiyata merak sardım. Osmanlıca derslerim ilerledi. Derken kendi kendime bir tahminde bulundum. Dedim ki bu “havala”, bahçelere suyu havale eden kişi olmalıydı.
Sonbaharda bu bağların üzümleri “bozulur”du ; yani usulüne uygun bir şekilde toplanırdı. İri iri salkımlar selelere, sepetlere konulur, çiğnenmek üzere havuzlara taşınırdı. O, her bir dalında birer ikişer “Dene” bulunan küçük salkımlara ise, iltifat edilmez, kesilmesi için zaman harcanmazdı. Havalar soğuyup da “çıbık”lar üşüyünceye kadar gelir gider unları toplardık. “Çocukluk işte” diyemiyorum ; çünkü onun dünyalara bedel ayrı bir tadı hazzı vardı.
Pekmez kaynatırken reçel yapıldığı da olurdu. Özellikle ayva reçeli tercih edilirdi. Zaten üzüm bağlarının etrafında nasıl olsa birkaç ayva ağacı bulunurdu. Başka nelerin reçeli yapılırdı, hatırlayamıyorum.
Büyükler bu işleri yaparken biz çocuklar da, bahçenin bir köşesinde minicik bir “nakbeki”yi gömer, pekmez kaynatma işine koyulurduk. Herşeyi aynı olurdu; adeta esas düzenin yüzde bir küçültülmüş şekli olurdu. Hiçbir zaman sonuç alamazdık ama kendi kendimizi avutmaktan da vazgeçemezdik.
Dün, pekmez kaynatılan, köpük savrulan yerlerde bugün beton yığınları yükseliyor. Dün, çocukça hayallerin peşine takıldığımız bahçeler bugün çizgi film seyreden çocuklara yas tutmaktadır. Dün kirpisiyle, kaplumbağasıyla tabii güzelliğini yaşayan o eski bahçelerde bugün kafeste kuş, akvaryumda balık besleniyor. “Çocukluğum eyvah” diyesim geliyor. Eyvah ki ne eyvah..
O bahçelerde bir de güzelim erik çeşidi vardı. Lezzetini tarif için ise sözlük dolusu kelime kullanmanız gerekir. Adı bile ilgi çekiciydi; “eli böğründe”, “ağzı açık”, “tahta boş” gibi bizim ad verme yeteneğimizin dala asılmış bir güzel kelimesiydi bu ; “Hamı tatlı” (datlı) Laledeki kırmızı, menekşedeki mor nasıl bir mucize ise ondaki tat da öyle bir mucize idi. Pek de gösterişli olmayan çiçekleri bile şekil ve renk olarak ne elmanın ne de kayısınınkiyle mukayese edilemeyen bu erik, lezzet bahsine gelince ipi en önde göğüslüyordu.
“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” diyeceğim ama hayali de, zamanı da askıya alan bizleriz. Ben, Konya bağlarını, hani şu atların çektiği, “yaylı” adını verdiğimiz, bazılarının üzeri örtülü olan arabalarla taşındığımız Konya bağlarını öylesine özlüyorum ki… Onlar, bizlerin yeryüzü cennetimizdi… Konya’daki cennetimizdi. Günahkar olduk, bugünlere atıldık. Artık, bizler de birer Adem, birer Havva gibi o güzelliklerden çok uzaktayız. Bilmem ki hangi sevap bizleri hayal iklimlerine yeniden kavuşturacaktır. Yoksa vuslat başka bir bahara mı kaldı!
O bağlarda çok çeşitli üzümler yetiştirilirdi. “Ak” ve “gara” sından başka “aladiriz” ve “büzgülü” adlarını verdiğimiz kimisi rengiyle, kimisi yenirken çıkardığı kütür kütür sesleriyle bizleri adeta büyüleyen üzümleri bugün hatırlayan bile kalmamıştır. İçlerinde, güneş vurdukça adeta ebemkuşağının bütün renklerini gösterenlerini hala unutabilmiş değilim. Aslında mor olmakla birlikte, hep alışkanlık üzere “gara” diye adlandırılan kimisi seyrek “deneli” kimisi sık “deneli” üzümlerin üzerindeki sabahın şebnemini bir gözyaşı gibi hissederdiniz. Ah o güzelim üzümler, mor üzümler… Sizleri bir daha nerelerde bulup da yiyebileceğim..
Siz hiç pekmez kaynatıldığını gördünüz mü? Bahçelere gömülen kocaman leğenlere günlerce pekmez kaynatılırdı. Sabahlara kadar hiç durmadan yanan ateş, şırayı pekmeze çevirdi. Bir komşununki bitince sıra öbürüne gelirdi. Sonbaharın serin gecelerinde, adeta çoban ateşleri gibi gelirdi, o iri iri odunların ateşleri.
Pekmezin “indirilmesi” de ayrı bir alemdi. Leğendeki pekmez başka kaplara, daha küçük leğenlerle kazanlarda aktarıldı. Galiba pekmezin en oynak anları bundan sonra başlayacaktır. Kaplara daldırılan iri kepçelerle pekmez savrulur, üzerinde turuncuyu hatırlatan bir köpük tabakası oluşurdu. İşte bu savrulmalar devam ettikçe köpük tabakası yükselir, kalın bir tabaka görünümünü alırdı. Sonra tabaklara, “leğenleri” adı verilen yayvan tabakalara aktarılırdı.
Köpük, tahta veya madeni kaşıklarla yenmezdi. Armut veya “susam” yapraklarıyla yenirdi; daha doğrusu bu yapraklar tercih edilirdi. Kana kana yenilen bir köpükte birkaç yaprak eskitebilirdiniz. Belki de kaşıklar, köpüğü çabucak söndürdüğü için tercih edilmezdi; kim bilir, belki de bağlık yerde kaşıkla kim uğraşacaktı.
Köpük yemenin de kendine has bir şekli vardı. Öyle çorba içer veya pilav yer gibi hareket edemezdiniz. Yapraktaki köpüğü içinize çekerken dikkatli olmalıydınız. Kesinlikle genzinize kaçırmayacaktınız onu ; yoksa Kerem’i yakan ateş, sizi boğazınızın bir yerlerinde yakalayabilirdi. Ayrıca su da içilmezdi köpük yerken ; zaten o zaman ne tadı kalırdı.
Kuş sesleriyle tabiat senfonisine yeniden adapte olabileceği, güzelim kokuların “parfüm”leşmeden genizlerimize yayılacağı, ille de çiçeklerin göz bebeklerimizde yeniden şekilleneceği günleri özlemek bile hasretim” diyen şaire sesleniyorum. Bizler, o güzelliklerin hiçbir zaman geri gelmeyeceğini bilmemize rağmen onları yanımızda hissediyoruz. Rengiyle, kokusuyla, şekliyle..
Elveda Konya bağları, elveda.. Sizler, hayalimdeki gibi kalmaya devam ediniz. Devam ediniz ve umutlarımıza umut katınız. Ömrüm oldukça sizlerin hayal iklimlerinde uçmayı umacağım, ömrüm oldukça…

************************

AYKUT ARICI
 


sitemiz nasıl olmus?
süper 94,44%
güzel 0%
idare eder 0%
berbat 5,56%
18 toplam oy:


SİTEMİZE HOS GELDİNİZ
 



More Cool Stuff At POQbum.com

SPOR HABERLERİ
 
HAVA DURUMU
 
 

cursor
 
Bugün 3 ziyaretçi (5 klik) kişi burdaydı!
aykut arıcı sitemize hos geldniz Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol